Orhan Pamuk’un romanlarının neredeyse tamamı, en parlak günlerini ve hüzünlü çöküşün alacakaranlığını yaşayan gizemli ve güzel bir şehir olan İstanbul’da geçer. Bu ikilik genellikle geçmişten kurtulamayan, düşünceleri ve eylemleri üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olmaya devam eden kahramanların karakterlerine ve kaderlerine yansır. Pamuk’un ikinci romanı, yazarın en dokunaklı ve hüzünlü eserlerinden biri olan Sessizlik Evi’nin kahramanları, beceri ve duygusal güçle Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ını ve Rushdie’nin “Gece Yarısı Çocukları”nı hatırlatıyor. Bir İstanbul ailesinin öyküsü, her biri kendi sessizlik evlerinde hapsedilmiş, konuşulmayan hayaller ve geçmişe dair rahatsız edici düşüncelerle dolu çeşitli temsilcileri adına okuyucunun önünde yavaş yavaş açılıyor.
